Bundan sanırım 1,5 2 yıl evvel başkanlık rejiminin ekonomi politiği ile ilgili tam hatırımda kalmadığı bir STK platformundan yazma talebi gelmişti. O zaman benden yazı istemiş olan arkadaşlara çok mahcup olmuş ve yazıyı yollayamamıştım. Üç hafta evvel Galatasaray Üniversitesi’nden çok sevdiğim eski bir öğrencim beni telefonla arayarak yine tıpa tıp aynı başlıkta bir yazı yazmamı istedi. Mersin Barosunun çıkardığı bir dergi içinmiş ve kendisi aracı olmuş. Tabii bu sefer bu görevden kaçamayacağımı anlayıp yazıyı yazmaya başladım başlamasına da ilk aklıma takılan neden başkanlık sisteminin ekonomi politiği ile alakalı bir konu bu kadar revaçta sorusuna cevap aramak oldu. Bizce bu konunun günümüzde çok önemli olmasının iki nedeni olabilir. İlki Türkiye’deki durumla alakalıdır. 24 Haziran 2018 yılında yapılan seçimlerle Türkiye parlamenter rejimden başkanlık rejimine geçmiştir. 2012 yılında AOÇ arazisinin içine yapılan Başkanlık Sarayı, 29 Ekim 2014 yılında tamamlanıp açılmış ve eski Cumhurbaşkanlarının ikamet ettiği Çankaya Köşkü Başbakanlığa devredildikten sonra yeni Cumhurbaşkanı Erdoğan Beştepe, AkSaray, Cumhurbaşkanlığı yerleşkesi, Cumhurbaşkanlığı külliyesi gibi isimlerle adlandırılan yeni konutuna taşınmıştır. Sarayın inşaatının başlandığı 2012 yılından bu yana tüm bu gelişmeler Türkiye Cumhuriyetinin rejiminin parlamenter demokrasiden başkanlık rejimine evirileceğinin haberini vermekteydi zaten. Sonrasında yukarıda da söylediğimiz üzere 24 Haziran 2018 seçimleriyle de daha evvelden kurgulandığını varsaydığımız başkanlık rejimi fiiliyata dökülmüş oldu. Başkanlık rejimi ve ekonomi konusunun önemli olmasının ikinci nedeni bizce 1970’li yıların sonundan itibaren yükselen neo-liberalizm ve sonrasında dünyada sayısı gittikçe artacak olan tek adam (Trump, Putin, Erdoğan, Orban hatta Macron vs...) rejimleridir. Bizce neo-liberalizm ile tek adam rejimleri arasında bir bağ vardır ve bu yazımızda bu bağı göstermeye çalışacağız. Bu nedenden dolayı yazımızın başlığını talep edilenden farklı olarak ekonomi politik yerine neo-liberalizmi koymayı uygun bulduk. Tabii ki neo-liberalizmin yanında başkanlık rejimini bu kısa yazıda inceleyebildiğimiz kadar inceledik ve aralarındaki ideolojik bağlardan söz ettik.
Fakat ilk olarak neo-liberalizmin tarifini yaptıktan sonra olarak tek adam rejimleriyle ne tür bir alakası olabileceğinden söz edelim. İkinci ve son olarak da yazımızı Türkiye örneğinden hareketle bitirelim.
2. Neo-liberalizm nedir? Tek adam rejimleriyle ne tür bir alakası mevcuttur?
Otuz Mutlu Yıllar olarak adlandırılan savaş sonrası refah devleti yıllarının sona ermesinden sonra 70’li yılların sonundan günümüze kadar devam etmekte olan sürede dünya ekonomisi piyasa mekanizmalarının uygulanabilmesini sanayileşme ve istihdamdan daha fazla benimseyen iktisadi ve sosyal düşüncenin hâkimiyeti altında geçirdi. Bu yeniden dönüşümün mimarları İMF olurken ana aktörleri de finansal sermaye olarak ortaya çıkmaktaydı. Özellikle 30 Mutlu yıllar döneminden pek mutlu olmayan bir kesim vardı. Savaş sonrası kurulan Bretton Woods dünya ekonomik sisteminde yeniden sanayi üretimini ve kitlesel tüketimi canlandırmak üzere uygulanan Keynesçi politikalar faiz oranlarını düşük, döviz kurlarının sabit kılıyordu. Bu durumdan en fazla mutsuz olan kesim bankalar ve finansal piyasalardan oluşan finans sermayesiydi. Bu kesimi de memnun edecek yeni bir düzen gerekiyordu o da yeni bir liberalizm olabilirdi. Neo-liberalizm, Bretton Woods sonrası kurulmakta olan yenidünya sisteminin yeniden bu çevrelerin işine gelebilecek düzenlemeleri içeren ve borçlu olan ülkelere IMF gözetiminde uygulatılan istikrar politikaları ve yapısal uyum programlarına verilen addır. Fakat neo-liberalizm sadece iktisadi konuları içermez ayrıca 1789 Cumhuriyetine muhalif, parlamenter demokrasiyi eleştiren ve sınıf 1 Prof.Dr., Nişantaşı Üniversitesi, İİSBF, Ekonomi Bölümü Öğretim Üyesi, [email protected] mücadelelerine dayalı Marksist sol düşünceye çok mesafeli, muhafazakâr, zaman zaman otoriter siyasal ve toplumsal düzenin de adıdır. Bütün bunların sebebi sermayenin çıkarlarının en iyi şekilde koruma arzusudur çünkü sol muhalefetin grevler, ayaklanmalar yoluyla bu çıkarları çokça zedeledikleri tarihte görülmüştür. Neo-liberallerin ilk defa bir arada toplandıkları 1938 yılındaki Lippmann konferansı katılımcılarından Louis Marlio adındaki Fransız sanayicisinin “Dictature ou Liberté” adlı Flammarion yayınlarından çıkan 1940 tarihli kitabında liberalizmin yeniden dönüşmesi gerektiğini eskiden olduğu gibi kendi haline bırakıldığında Nasyonal Sosyalizm veya Komünizme dönüşeceğini söylemektedir. Bu kesimlerin iktidara ortak olmalarını önlemek içinde yeni bir otoriter model tarif etmektedir. O da bürokratik bir otoriteden piyasa otoritesine geçiştir (L. Marlio, 1940: 235). Burada bir parantez açmamız gerekirse günümüzde birçok düşünürün neo-liberal düzeni eleştirmelerine rağmen hala Nazilerle kendileri gibi düşünmeyen sosyalistleri aynı sepet içine koyduklarını görmekteyiz. Bu kişileri bir yandan eleştirdikleri neo-liberalizmi öte yandan Hayekyen düşüncenin kısır siyasal modeline verdikleri destekle de sahip çıktıklarını düşünüyoruz. Bunu özellikle Türkiye siyasetinin son 30 yılına baktığımızda çok daha iyi görmekteyiz. Parantezi kapatıp konumuza döndüğümüzde Marlio kitabında hem piyasa yanlısı otoriter yönetimin hem de yasaların basitleştirilip birleştirilmesinin sermayenin yaşayacağı sosyal, bürokratik engelleri ortadan kaldıracağını söyler. David Harvey, Türkçeye 2015 yılında tercüme edilen ve Sel yayınlarından çıkan “Neo-liberalizmin Kısa Tarihi” adlı kitabında neo-liberal devlet teorisyenlerinin demokrasiye kuşkuyla baktığını söyler. Onun yerine seçkinler tarafından yönetilen bir siyasal idare biçimini tercih edeceklerdir. Demokratik ve parlamenter kararlar almak yerine kararnamelerle sorunları çözecek güçlü bir hükümet yapısı tercih ederler. Ayrıca Merkez Bankası gibi neo-liberalizmin kilit kurumlarını mümkün mertebe parlamenter kontrolden ve yargı sisteminden uzak tutmak isterler (D. Harvey, 2015: 74). Ayrıca muhalefetin tüm karşı çıkışlarını bireysel olarak kabul edilip mahkemeler yoluyla çözümüne gidilmesini isterler. Diğer bir değişle sermaye çıkarlarına uygun düşmeyen sosyal sorunların çözümünü mümkün mertebe yokuşa sürmek isterler. Harvey’in de söylediği üzere neo-liberal devlet daha önceki liberal devlet gibi sadece sermayenin çıkarlarını korumakla kalmaz aynı zamanda piyasa düzenine muhalif kurumların yapılanıp toplumda güçlenmesine de izin vermez. Sadece bununla da yetinmez son olarak da sermayenin çıkarlarına yönelik kararların bürokratik engellere takılıp zaman kaybetmesinin önüne geçerek sermayenin önünde her türlü zaman engellerini ortadan kaldırır. Neo-liberalizmin liberalizmden farklı olduğu bir konu da G. Dumenil ve D. Levy’ye göre günümüzde en az sermaye sınıfı kadar önemli olan bir başka sınıfın ortaya çıkışıdır: o da yöneticiler sınıfı. Şirketlerin yönetim kurulu Başkanı, üyesi ve CEO’larından oluşan bu sınıf kendi mülkü olmasa da büyük sermayenin mülkiyetinin yönetiminden sorumlu olduğundan mülk sahibinden çok daha önemlidir. Diğer bir değişle sermaye sınıfı adına iktisadi kararlar alır, işletmenin tüm yönetimi ondan sorular ve onun adına kar sağlar. Bu durum sermaye sahiplerinin şirket yönetimlerinden muaf olduklarından dolayı daha fazla şirkete hissedar olmasını sebep olur ve şirket portföylerinin çoğalıp hisselerinin çeşitlenmesine vesile olur. Tüm bunların oluşmasına olanak tanıyacak olan ise üst yönetici sınıfı olacaktır. Özellikle günümüzde bu üst yönetici sınıfının Harvey’in başta belirttiği toplumun seçkin kişileri, elit tabakaları arasına girmektedir. Bu kişilerin iş dünyasını ve sermayenin çıkarlarını çok iyi bilmeleri onları günümüzün neo-liberal devlet yapısının yeni siyasileri olarak görmemize yol açmaktadır. Günümüzdeki finansal küreselleşme ve onu destekleyen neo-liberal politikalar sermayenin serbest dolaşımını demokratik süreçlerden bağımsız hale getirmektedir. Sadece kendi parasal çıkarlarına odaklanmış ve ahlaken hiçbir engel tanımayan uluslararası sermaye karlarının çokça bölümünü yeni yatırımlara yöneltmek yerine hissedarlara kâr payı olarak dağıtması birçok ülkede sosyal sorunların patlak vermesine yol açmaktadır. Biz bu yazımızda Türkiye örneğinden yola çıkarak üç şeyi göstermeyi çalışacağız. Biri Genel Bütçe Harcamaları içinde Cumhurbaşkanlığı ve TBMM’si ödenek ve harcamalarını zaman içerisinde kıyaslayarak anlatmaya çalışacağız. İkincisi yine aynı dönemler arasında ödemler dengesi içinde Cari Denge ile Finans Hesabının zaman içindeki seyrine bakacağız ve son olarak da yine ödemeler dengesi içinde Net Hata ve Noksan kalemi ile Rezervlerin gelişmine bakacağız. Peki bunları niye yapacağız? İlki Türkiye’de AKP döneminde A. Gül zamanında itibaren Cumhurbaşkanlığı kurumunun Meclis’e nazaran kazandığı önemi sayısal örneklerle göstermeye çalışacağız. İkincisi Türkiye’nin Cari Açığının ne kadarının Finansal hareketlerle kapatıldığını göstereceğiz. Buradaki amacımız günümüzde döviz lobisi vs... gibi sıfatlarla eleştirilen finansal piyasaların AKP iktidarından beri Türkiye’nin açıklarına nasıl merhem olduğunu göstermek olacaktır. 90’lı yılların sermaye girişleriyle 2000’li yılları kıyasladığımızda Türkiye’nin ne boyutta küresel sermeye ile iç içe geçtiğini göstermeye çalışacağız. Son olarak da günümüzde gittikçe artan ve kaynağı belli olmayan Net Hata ve Noksan üzerinde durmak olacaktır. Bu kaynağı belirsiz sermaye ne olabilir? Net Hata tanımına göre hesaplamalardaki hatalar, noksanları kapsayacaktır. Fakat 2018 Eylül ayına kadar tam 18 milyar dolar kaynağı belirsiz para ülke içine girmiştir. Bunun %10’u gerçekten hesap hatasından kaynaklansa peki gerisi nedir? Bilemiyoruz tabii ki.
3. AKP döneminde Türkiye’deki gelişmeler AKP döneminde yaşanan siyasal çalkantılar
Türkiye’de daha evvel bildiğim kadarıyla bu kadar keskin ve şiddetli hiç olmamıştır. Hatırlayalım kumpas olduğunu daha sonra öğreneceğimiz Ergenekon davası ve türevleri ile binlerce polis, asker, gazeteci, aydın hapislere atıldı. Ülkenin genel kurmay başkanı dahil olmak üzere kurmay subaylar yıllarca hapiste yattılar. Ülkenin kozmik odasına girildi. Bu büyük çalkantılar uluslararası sermaye hareketlerini hiç etkilemedi. Haziran 2014 seçimlerinden 3 ay sonra yeniden seçimler oldu. Benim yaşadığım yıllar içerisinde Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk defa böyle bir şey gerçekleşti. 2015 yılı 15Temmuz’unda binlerce sivil ve askerin öleceği askeri kalkışma meydana geldi. Bunun sonrasında sayıları on binlere varan tutuklamalar baş gösterdi. Tüm bu siyasal karmaşaları kendi hayatım boyunca (yaşım 55) 70’li yılların sonundaki tırmanan terör eylemleri ve 12 Eylül’le gelen askeri iktidar dışında pek görmedim. Kürtler konusuna geldiğimizde de kafa karışıklığı tam gaz devam edip bir yerden öteki tarafa savrulup durduk. Son 10 yıl içinde hem barış görüşmeleri kapsamında akil adamlar heyeti kurulup, Abdullah Öcalan ile İmralı’da pazarlıklar yapıldı, hem Barzani Türkiye’de resmi törenlerle karşılanıp peşmergeler ülke içine girip coşkuyla selamlandı hem de hepsine karşı topyekûn savaş başlatıldı. Fakat bizim bu yazıda göstermek istediğimiz AKP dönemindeki siyasal çalkantıların ve u dönüşlerinin şiddetinin ötesinde (sanırım bu konuda kimse tersini söyleyemez çünkü bu görünür bir gerçektir), bunun uluslararası sermaye hareketleri üzerindeki etkisi olacaktır. Grafik 1: Türkiye’nin Cari Dengesi ve Finans hesabı (1984-2018) Kaynak: TCMB Yukarıdaki grafikten gördüğümüz gibi AKP döneminde 90’lı yıllara nazaran hem Cari açık artarken hem de bu açığı finanse eden Finans hesabı beraberinde artmaktadır. Bu durum küresel sermaye ile bütünleşmiş bir ekonomik yapıyı göstermektedir. Özellikle AKP yıllarına daha detaylı baktığımızda finans sermayesinin cari açığın ülke için bir sorun olmasını önleyici bir rol oynağını görmekteyiz. 2002 yılından 2007 yılına kadar (2007 yılı dahil) finans sermayesi cari açığın sırasıyla 1,8 katını, %94’ünü, 1,2 katını, 2 katını, 1,3 katını, 1,3 katını sağlamıştır. Bu durum uluslararası rezervlerin 54 milyar USD artmasına sebep olmuştur. Bu durum 2008 dünya finans krizi sürecinde de hız kesmemiş ve 2008 yılından 2017 yılına kadar her yıl Türkiye’ye net finans sermayesi girmiştir. 2008-2017 yılları arası ödemeler dengesinin finans hesabı cari açığın sırasıyla %88’ini, %86’sını, 1,3 katını, %90’ını, 1,5 katını, 1,15 katını, %96’nı, %32’si, %70’i, %81’ini finanse etmiştir. Özellikle 15 Temmuz 2015 askeri kalkışması gelen sermayenin hızını keserek cari açığın sadece %32’sine tekabül edecek olan bir sermaye girişi olmuştur. 2018 yılına (Eylül ayına kadar) baktığımızda ise 2002 yılından beri ilk defa Finans hesabı eksi vermiştir. Bu demektir ki 16 yıl içinde ilk defa finansal sermaye ülke dışına çıkmıştır. Yukarıda söylediklerimizi özetlediğimizde siyasal olarak son derece çalkantılı AKP iktidarları içinde uluslararası sermaye bundan hiç mi hiç etkilenmemiştir ve ülke içine gelmeye devam etmiştir. Sadece 2018 yılı bu süreci bozmuştur. Normalde ödemeler dengesinde oluşan hataları kapatmak üzere oluşturulmuş olan (Ödemeler Dengesi bir bilanço olduğu için her bilanço gibi sıfıra eşitlenmesi gerekir) Net Hata ve Noksan kaleminin AKP iktidarında bir hata kaleminden çok cari açığın kapatılmasında kullanılan ciddi sermaye girişlerine eşdeğer olduğunu görmekteyiz. Net hata ve noksan kaynağı bilinmeyen bir kalemdir. Yani başka bir değişle örneğin 2018 yılı için söylemek gerekirse bu sene içinde ülkeye 18 milyar USD girmiştir ve vatandaşlar bu paranın nereden geldiğini ve nerelerde kullanıldığını bilmemektedir. Teoride parlamenter demokrasilere vatandaşın bütçe gelir ve harcamalarını izleme etme yetkisi olması gerekir. Onun içindir ki bütçe görüşmeleri televizyondan yayınlanır. Vatandaşa hükümetin nereden ne kadar para toplayıp nerelerde harcadığını görür, bilir ve Sayıştay raporlarında hükümet bir çeşit ibra edilir. Demokrasi sadece devletin vatandaşı değil vatandaşın da devleti kontrol edebildiği karşılılık ilkesine dayanır. Oysa 2018 yılında hiç kimsenin kaynağını bilemediği 18 milyar USD’lık ülkeye giren bir para mevcuttur. Demokrasilerde bilinmemezliklerin artışı demokratikleşmeyi de azaltır. Tabii burada vatandaş denildiğinde kaynağı bilinmeyen parayı sorgulayan, bütçe harcamalarının nasıl paylaşıldığını merak eden kişileri kastediyoruz. Bu tür bilgilerin sadece Türkiye’de değil dünyanın her yerinde daha az vatandaş tarafından merak edildiği de bir gerçektir. İnsanlar gittikçe daha fazla kendi ekonomik çıkarlarına odaklanmaktadır. Aslında bu durum neo-liberalizmin arzu ettiği bir toplumsal dönüşümün uygulamasıdır. Neo-liberal toplum düzeni insanların demokratik hak ve özgürlükler ve sosyal eşitlik gibi evrensel ilkeler yerine sadece kendi çıkarlarına yönelmelerini ister. Bu konuda adına 1938 yılında Paris’te kongre düzenlenmiş olan Walter Lippmann’ın 1925 tarihli ‘The Phantom Public” adlı kitabı okunmasını tavsiye edebiliriz. Peki Türkiye’de kaynağı belirsiz para giriş ve çıkışlarının seyri ne olmuştur? Ve cari açığın ne kadarının kapatılmasında rol oynamıştır? Grafik 2: Türkiye’nin Ödemeler Dengesindeki Cari Dengesi+Finans hesabı, Net Hata ve Noksan ve Rezerv kullanımı Kaynak: TCMB Yukarıdaki grafikten de görüldüğü üzere 2002’den 2014 yılına kadar Türkiye’nin Cari Açığından fazla ülke içine sermaye girdiğini görüyoruz (Mavi çizgi). Bunun sonucunda ülkenin rezervlerinin bu yıllar içinde arttığını görüyoruz (Yeşil çizgi; eksi olması cari açığın kapatılması sonrasında sermaye kaldığını gösterir yani diğer bir değişle uluslararası rezervlerin arttığını gösterir, artı olması rezervlerin azaldığını yani ülke içinden dışına sermaye çıkışını gösterir). 2014 yılından sonra cari açığın artık finans hesaplarıyla kapatılmadığını görüyoruz ve bu durumda devreye rezervler girmelidir ve açığı kapatmalıdır. Yani ülke rezervleri eriyecektir. Fakat 2015 yılında cari açığın sadece %32’sinin uluslararası finans sermayesi tarafından kapatıldığını geri kalan 21 milyar USD’lık açığın %55’i (11,8 milyar USD) döviz rezervleriyle karşılandığını geri kalanın (9,7 milyar USD) kaynağı belirsiz net ve noksan kalemiyle kapatıldığını görüyoruz. Bu durum ülkenin döviz rezervlerinin erimesini azaltmıştır tabii ki. 2018 yılının son 9 ayına baktığımızda 30 milyar USD cari açık ile 4 milyar USD’lık (2001 yılında beri ilk defa görünen) ülke içinden ülke dışına sermaye çıkışı olmuştur. Bu cari açık ve finans hesabını 34 milyar USD’a yükseltmiştir. Bunun %50’si rezervler tarafından karşılanırken geri kalan %50’si yani 17 milyar USD’lık bir kısmı Net ve Hata Noksan kaleminden kapatılmıştır. Yukarıda gördüğümüz ve son sene haricinde (2018) her durum ve şartta ülke içine giren uluslararası sermayenin gelme sebeplerinden birini (elbette bir sürü sebepleri vardır fakat bu kısa yazıda ancak bu kadarını inceleyebiliyoruz) parlamentarizmin zayıflamasıyla beraber Cumhurbaşkanlığı kurumunun önem kazanması olarak görüyoruz. Yazının başında belirttiğimiz neo-liberal kuramda bu söylediklerimizi destekliyor. Peki Türkiye örneğinden hareketle bu durumu nasıl gösterebiliriz? Elbette daha başka birçok yolla gösterilebilir ama bizim yazımızın kısıtlı olması bizi sadece Genel Bütçedeki Meclis ve Cumhurbaşkanlığı harcamalarından hareket etmemize neden oldu. Dedik ki, bu iki kurumun yıllar içinde ödenekleri ve harcamaları ne düzeyde seyretmiş? Buradan bir sonuç çıkarabilir miyiz? Elbette kesin bir sonuç çıkarmak mümkün değil. Ama genel anlamda bir fikir vermesi amacıyla bu işe girişmiş olduk. O da şöyle: Grafik3: Genel Bütçe harcamaları içinde Cumhurbaşkanlığı ve TBMM’nin başlangıç ödeneği ile gerçekleşen harcamaların farkı Kaynak: BUMKO Yukarıda da gördüğümüz üzere Ahmet Necdet Sezer’in Cumhurbaşkanı olduğu 2006 yılı ve görevini Ağustos ayında Abdullah Gül’e devrettiği 2007 yılları hariç, Cumhurbaşkanlığı kurumunun Genel bütçe harcaması (2012 yılı dışında) her zaman başlangıç ödeneğinden fazla olmuştur. Buna mukabil TBMM’nin ise tam ters gerçekleşmiştir yani her yıl TBMM’nin bütçe harcaması başlangıç ödeneğinden az olmuştur. Cumhurbaşkanlığı harcamalarına baktığımızda özellikle 2016 yılında diğer hiçbir yılda görülmeyecek büyük bir artış yaşanmıştır. Başlangıç ödeneği 434 milyon TL iken 1 milyar 250 bin TL harcama olmuştur. Bu sayılar AKP’li yıllar içinde Cumhurbaşkanlığı kurumunun TBMM’ne nazaran daha fazla önem kazandığını en azından bütçeden aldıkları pay bağlamında göstermektedir. Son olarak Cumhurbaşkanlığı ve TBMM’nin gerçekleşen bütçe harcamalarını topladığımızda Cumhurbaşkanlığı kurumunun 2006’dan 2016’ya kadar ki yıllar içindeki payları sırasıyla şöyle olmuştur: %9, %9, %16, %18, %20, %25, %17, %21, %26, %40 ve %61. Gittikçe artan bu paylar da Cumhurbaşkanlığı kurumunun TBMM’e karşı daha fazla önem kazandığını sayısal örneklerle göstermektedir. 4. Sonuç: Sonuç olarak G20 üyesi Türkiye, küresel sermayenin temel taşlarından bir tanesidir. Son zamanlarda kur lobisi adıyla uluslararası komplo yapıldığı iddiası gündeme gelmiştir. Bizce bu iddianın doğru olabilmesi oldukça kuşkuludur. Bugüne kadar uluslararası sermaye tarafından finanse edilen cari açığa dayalı borçlu tüketime yönelik model her ne siyasal koşulda olursa olsun işlemiştir. Bundan sonra da işlemeyeceğini gösteren hiçbir gösterge bulunmamaktadır. Doğrudur 2018 yılının diğer yıllara nazaran hem uluslararası sermaye açısından hem Türkiye ekonomisi açısından daha zorlu bir yıl olduğu kesindir. Fakat bu durumun gelecekte yeniden uluslararası sermaye lehine değişeceğini düşünmekteyim. Yazımızda bahsettiğimiz kaynağı belli olmayan ve miktar olarak gittikçe artan Net Hata ve Noksan kalemine gelince bu durum siyasal iktidarın daha fazla açık olup ve kontrol edilmesini isteyen benim gibi bir avuç insanı ilgilendirmektedir. Ülke geneline baktığımızda kaynağı belli olmayan verileri, kapalı uygulamaları benim gibi sorun olarak görebilenlerin sayısı çok azdır. Ayrıca iş bununla bitse daha iyi ama iş bununla da bitmemektedir. Çünkü bu durumu uluslararası sermaye örgütleri de sorgulamamaktadır. Dolayısıyla herkes memnundur. Yazımızın başında belirttiğimiz üzere neo-liberal düzenin temel özelliği cari açığı arttıran borçlu tüketim modeli için finansal kaynak sağlamaktır. O finansal kaynağın nereden geldiği çok daha ikincil önemdedir. Bu durumun kolayca sürdürülebilir olması da dünyada iyi işler vaziyette olan bir parlamenter demokrasi yerine piyasa aktörleri ve piyasa mekanizmalarıyla uyumlu tek adam rejimleri daha uygun düşmektedir. Dünyada ve Türkiye’de ki güncel gelişmeler bu minvaldedir.
KAYNAK: MERSİN BAROSU DERGİSİ/ Prof. Dr. Burak Gürbüz*